Düşlerimizi geliştirmek için umutlu olmamız lazım
Türkiye’de son yıllarda hep umudu tartıştık. Hatta tüm toplumu “umutlular” ve “umutsuzlar” diye ikiye ayırabilecek kadar yoğun bir şekilde saflaştık. Bu son derece doğaldı. Zira bir şekilde ilişki içerisinde olduğumuz belki de tüm ülkelerden daha fazla yol ayrımıyla karşılaştık görece kısa tarihimiz boyunca.
Yine umudu tartıştığımız bir noktadayız. Bu seferki yol ayrımını her zamankinden daha derin görmemizi sağlayan gelişmelerle dolu bir yazı geride bırakmamızın bunda etkisi çok büyük. Terör, darbe girişimi, ölümler, yaralanmalar, Ortadoğu’nun bitmek tükenmek bilmeyen savaş atmosferini artık bizim de soluyor olmamız, kutuplaşma, sosyal sorunlar ve daha niceleri...
Yaşadığım coğrafyada belki de ilk kez yurtdışına taşınmayı düşünenlerin sayısının bu kadar fazla olduğuna tanık oluyorum. Oysa ben umutluyum! Bunu söylediğimde yakın çevremde bile birçok insan şaşırıyor. Kızanlar da oluyor, ‘senin tuzun kuru’ diyenler de.
Hepsini anlayışla karşılıyorum. Elbette herkesin umutlu ya da umutsuz olmak için kendine göre haklı sebepleri var. Hepimiz aynı gerçeklikten etkileniyoruz. Çünkü aynı toprakta, aynı toplumda yaşıyoruz. Peki umudumuzu ya da umutsuzluğumuzu besleyen bilgileri aynı topraklardan alıyor olsak da geleceğe yönelik öngörülerimiz neden bu kadar farklı?
Bu sorunun en basit yanıtı ‘bakış açısı’ olurdu. Bazen bir hikayenin içerisinde olmakla onu bir seyirci kadar objektif bir açıdan takip etmek aydınlatıcı oluyor. Bir konunun çok içinde yer aldığımızda, gözümüze perde gibi inen tünel görüşünün ne kadar daraltıcı olduğunu konuyla hiç alakası olmayan bir insanın bize gelip fikrini söylemesiyle anlıyoruz. Benim umutlu ya da umutsuz olmaya yönelik bakış açım da bu türden bir “dışarıdan bakmaya çalışma” üzerine kurulu. Tarih okumak, tarihi bilmek de bunun en geçerli yöntemlerinden biri.
Tarihsel bir bakış açısıyla Türkiye’nin dünyanın en zor coğrafyasında konuşlanmış olduğunu görüyoruz. Bir tarafımız dünyanın halihazırda dünyanın en kanlı savaşlarına sahne olan Ortadoğu ve daha çok kaynak paylaşımı ekseninde tartışılan rejimler, diğer tarafımız modern dünya tanımını şekillendiren Batı ülkeleri. Fakat aynı bakış açısıyla, bu toplumun her iki dünya arasında kalmanın getirdiği bir etkiyle zorlu zamanlarda müthiş bir şekilde kenetlendiğiniz, zorlukların üstesinden orta ya da uzun vadede her zaman geldiğini görüyoruz.
Bir ülkenin geleceğine bakarken bulunduğunuz nokta işte bu nedenle önemli. Sevres Antlaşması’nın imzalandığı geceyle, Cumhuriyetin ilan edildiği gün arasında süre olarak yalnızca üç yıl olduğunu düşündüğünüzde, dışarıdan bakmanın hislerinizi ne kadar değiştirdiğini görebiliyorsunuz. Üzerinde yaşadığımız toprağın bize bugüne kadar verdiği en değerli mahsul bu belki de. Hepimiz, içinde yaşadığımız hayatların, uğraştığımız mesleklerin biraz dışına çıkarak bakabilmeyi öğrenmeliyiz. Bunun ne kadar zor olduğunun farkındayım. Hayatın başta geçim derdi, borçlar, iş yoğunluğu ve çevresel talepler gibi şöyle arkamıza yaslanıp ufku gözlemlemekten alıkoyacak onlarca, yüzlerce zorluğu var. Ancak yine de denememiz, umudumuzu ya da umutsuzluğumuzu besleyen gerçekleri yeniden gözden geçirmemiz içinde bulunduğumuz dönemde yerinde olacaktır.
O halde benim umudumu besleyen gerçeklere döneyim biraz. Ben bir girişimciyim. Kendi hikayemi yazdıktan sonra, başkalarının hikayelerine de destek olmaya adanmış biriyim. Dolayısıyla her hikayede olduğu gibi girişleri, heyecanları, gelişmeleri, zorlukları ve sonuçları iyi biliyorum.
En çok değer verdiğim bilgi de, insanoğlunun sonsuz gibi görünen ihtiraslarının, zaaflarının ve şuursuzluğunun aynı insanoğlunun sonsuz kültürel ve bilimsel birikimi karşısında her dönemde çaresiz kalması. Ne kadar çok kan akarsa aksın, yaşamımız ne kadar şiddetle dolarsa dolsun, geleceğe yönelik belirsizlikler bizi ne kadar korkutursa korkutsun, bu toprakların birikimi eninde sonunda tüm olumsuzlukları süpürecek bir kudrete sahip.
Türk toplumunun birikimi ise, yukarıda bahsettiğim gibi iki dünya arasında kalmış olmanın verdiği seferberlik ve uyum sağlama becerisi. Türkiye’ye yüzyıllar boyunca yerleşmiş olan hoşgörü, modernleşme serüvenimizin birçok ülkenin tarih sahnesinde geçirmiş olduğu süreden daha uzun olması ve dönüşmeye korktuğumuz tüm ülkelerden daha yüksek olan eğitim ve pratik düzeyimiz benim bu birikime olan inancımı kuvvetlendiriyor.
2014 yılında, bu birikime olan inancımla, üniversitede okuyan gençlerin girişimcilik ruhunu keşfetmelerini sağlamak ve uzun vadeli düşünce yapısı ile gençlere ilham olmak amacıyla Türkiye’nin önde gelen girişimcileriyle birlikte Girişimcilik Vakfı’nı hayata geçirdik. Halihazırda “fellow” dediğimiz 100 genç arkadaşımızla yola devam ediyoruz. İlk yılında 6.400 üniversite öğrencisinin başvurduğu Fellow Programı’na bu yıl toplam 62.000 başvuru alındı. Süreçlerin tamamlanmasıyla birlikte 50 kadın - 50 erkek öğrenci ile girişimcilik yolculuğumuz devam edecek. Bu rakamları ve rakamları besleyen istekle arzuyu coğrafyamızdaki çok az ülkede bulabilirsiniz. #fellow100
Gençlerin girişimcilik kültürüyle erken yaşta tanışması ve benimsemesi her şeyden önemli. Çünkü Türkiye’de girişimciliği kuvvetlendirmenin Türk ekonomisini ve nihayetinde Türkiye’yi kuvvetlendirmek olduğuna inanıyorum. Eğitim ve girişimcilik uzun vadede Türkiye’yi olumlu yönde etkileyecek ve dönüştürecek en önemli iki kaldıraç.
Bu topraklarda, yüzeye çıkmayı bekleyen daha binlerce hikaye ve bu hikayeyi besleyen hayaller var. Elimizden geldiğince bu hayalleri ilhamla beslemeli, gerçeğe dönüşme sürecinde onlara rehberlik etmeliyiz. Fakat belki de en önemlisi, bizi eşsiz kılan yaşam ve uyum enerjimizi artık somut sonuçlar üretecek şekilde seferber etmemiz. Dünyada ayrışmadan, kutuplaşmadan, çatışmadan bütünüyle fayda sağlamış tek bir toplum yoktur.
Dolayısıyla yakın tarihin en önemli fikir insanlarından Martin Luther King Jr’ın da bir dönem kendi ülkesi için belirttiği gibi; “Ya birlikte kardeş yaşamayı öğrenir ya da aptalca yok oluruz.”
Doğru seçimi yapacağımıza inancım tam.
Bu yazı 10/2016'da ilk defa Al-Jazeera tarafından yayınlanmıştır